Haftasonum biraz keyifsiz geçti. O kadar gezmenin sonucunda azıcık hastalandım, pazar akşam üstüne kadar neredeyse yataktan çıkmadım diyebilirim. Pazar akşamüstü uzun süredir uzak kaldığım Nişantaşı'na küçük bir ziyaret, Scotch & Soda indirime girmiş. Ne, sadece %30 mu? Sevgilinin göz koyduğu turuncu pofuduk montu alıyoruz. Görevimiz Tehlike 4? Neden olmasın, sonuç şalteri kapattığınız hareketli bir 2 saat, benim gözüm filmdeki suikastçi Sophie Moreau'nun Prada çantasında, oldukça güzel. Haftasonundan yine İskoçya'ya bağlanalım da, hikayenin devamını anlatayım.
Seyahatim sırasında birer gün de Aberdeen ve Glasgow'da kaldık. Aberdeen bir sanayi şehri, granit binaların çokluğu sebebiyle "gri şehir" diye de biliniyor. Primark, New Look, Topshop..vs gibi bilindik markaların olduğu Union Caddesinde istediğinizi pek çok şeyi bulmak mümkün. Caddelerden birbirine küçük alışveriş merkezleri ile bağlanılıyor, böylece soğuktan biraz korunmuş oluyorsunuz. Akşam yemeği için
Moonfish Cafe'yi seçiyoruz. Adından da anlaşılacağı gibi balık ağırlıklı yemekler sunan bir menusu var, başlangıçlar biraz küçük gelse de, ana yemek olarak yediğim levrekle doyuyorum.
Sonra ver elini publar, barlar. Dışarıda acayip bir rüzgar,en iyisi içeride kalmak ama Aberdeen kızları soğuğu hissetmiyor, hepsi kısa elbiseleri ve çıplak bacakları ile caddelerdeler. Ne olurdu ben de biraz böyle olsaydım diyerek onları hafif kıskanmıyor değilim :) . Neyse bir kaç pub ziyaretinden ikisi diğerlerine galip geliyor. Ninety Nine ve
Orchid. Birincisinde Indian Summer, diğerinde Pink Orchid içiyorum, hatta sonuncusundan 2 tane içiyorum, öyle lezzetli ki.
Sevgilim beni anlata anlata bitiremediği
Siberia Vodka Bar'a götürüyor. Bara oturuyoruz ama o ne, barmen saatin 24:00'ü gösterdiğini söyleyip servis yapmıyor, sizin anlayacağınız çoğu barda servis gece yarısı bitiyor. Bu kadar da kuralcı olmayın canım :) Hevesim kursağımda kalarak otele dönüyoruz. Aberdeen çok etkileyici değil, sırada Glasgow'u keşfetmek var.
Yağmurlu ve soğuk bir akşamda varıyoruz Glasgow'a. Araba ile geliyorsanız, her tarafa dönmenin yasak olduğu caddeler sizi sıkabilir. Oteli görüyoruz ama ulaşmamız neredeyse yarım saat alıyor. Check-in işlemleri bitince tüm bu sıkıntıları unutuyoruz çünkü otel tarihi
tren istasyonunun üzerinde yükseliyor, ismi
Grand Central Hotel. Yemek rezervasyonumuz 20:00'de
The Corinthian Club'da, o zamana kadar, otelin barı
Champagne Central'da vakit geçirmeye ne dersin? Biri size bu teklifle gelirse sakın geri çevirmeyin çünkü burası şampanya üzerine kurulu menusu, istasyona bakan manzarası, rahat havası ve lounge uyla çok çok hoş, denenesi bir yer.
.
Sweet Vivien'ın damağımda bıraktığı tatla, düşüyoruz
The Corinthian yollarına.Otele çok yakın ama yağmur fena.
The Corinthian restoranı, barı, casinosuyla 4 katlı bir kompleks. Deniz ürünleri güzel ve ülkemize göre oldukça uygun fiyatlı. Lezzetli yemeğimizi takiben, biraz eğlenmek ve şansımızı denemek amaçlı rulete yöneliyoruz ve acemi şansıyla o geceki içecek paramızı çıkartıyoruz. Daha fazla zorlamayıp paramızı alıp, oradan hızla uzaklaşıyoruz :)
Ertesi gün ana caddede biraz tur atıyoruz. Alışveriş imkanı diğer şehirlerden çok ve daha iyi markalara rastlanabiliyor. Şehir olarak güzel ve keşfedecek pek çok yer olmasına karşın, zamanımız yetmiyor, tekrar geliriz diyoruz. Hogmanay için Edinburgh'a dönmemiz lazım. Hogmanay de ne diyorsan o da diğer blog postunun konusu.